Trainspotting, 1996 yapımı bir Danny Boyle filmidir. Irvine Welsh tarafından yazılan aynı isimli romandan sinemaya uyarlanmıştır. Ana hatlarıyla bakıldığında film , Edinburgh’da yaşayan bir grup eroin bağımlısı gencin hayatını konu alır. Mark Renton ve arkadaş grubu Sick Boy, Spud Murphy, Tomy ve Begbie’nin birbirleriyle ve hayatla olan ilişkilerini seyirciye sunar. Filmin geçmekte olduğu İskoçya İngiltere’nin sömürgesindedir. Sömürgeciliğin sebep olduğu sosyo-ekonomik sonuçlar, dar bir dünya yaratmaktadır. Ufak bir ufuğa sahip olmak, motivasyonsuz bir gençliğin ortaya çıkmasına neden olur. Ancak bu durum elbette ki sadece İskoçya’ya özgü değildir. Yapım, İskoçya’yı ele alır gibi gözükürken aslında Dünya’yı eleştirir. Bunu yaparken Mark Renton’un ruhuna bürünür.
Filmdeki tipleme ve karakterlerin Mark dahil birçoğu birer anti – kahramandır. Öyle ki, zaman zaman arkadaş grubunun bir arada yer aldığı sahnelerde bir Otomatik Portakal esintisinin hakim olduğunu söylemek yanlış olmaz. Elbette çoğu karakter, Otomatik Portakal’ın karakterlerine nazaran daha insancıl ve aydınlık. Bununla birlikte, filmde hakim olan boşluk ve anlamsızlık hissi, şiddet sahnelerinin çokluğu, şiddet karşısındaki tepkisizlik, karakterlerin karanlık kararlara meyilli olması gibi ortak özellikler yine de çağrışıma neden olur. Aynı zamanda, Trainspotting’in çıktığı 90’lı yılların sinemasında ve edebiyatında, gençlerde uyuşturucu madde kullanımının sebeplerinden, sonuçlarından sıkça bahsediliyor olması da söz konusudur…. Bütün bunlara karşın film, karakteristik bir yapım olarak anılmayı da hak etmektedir. Toplam on beş ödül almış olması da bu niteliğini taçlandırmaktadır.
Filmin bu kadar beğeni kazanması ve akılda kalıcı oluşu muhtemelen şarkı seçimlerinden ve hikayenin işleniş biçiminin sıra dışılığından kaynaklanmaktadır. Şarkıların sahnelerle olan uyumu ve kullanım sıklıkları, filmin kurgusundaki geçişler, zaman zaman bir bakıma bir müzik klibi izliyormuşuz hissiyatı verir. Kurgu, biraz Run Lola Run tadında, tempolu tercih edilmiştir. Bu da klip hissiyatına etkide bulunsa da, filmin absürt, kendini çok ciddiye almayan havası, hafif ironik anlatısı ve karakterlerini ele alış biçimi sebebiyle izleyiciyi bir çizgi romanın içine çekiyormuş gibi durduğu da söylenebilir. Sanki Mark, bir çizgi roman karakteridir de biz onunla beraber kareden kareye atlayarak hikayeyi akıtırız. Filmin en unutulmaz sekansları, kesinlikle giriş ve final sekanslarıdır. Bu kısımlarda, Mark’ın bilinç akışı ile kurduğu monologları hem topluma, dünyaya karşı bir eleştiri hem de öz eleştiri niteliği taşır.
“Yaşamı seçin. Bir iş seçin. Bir kariyer seçin. Bir aile seçin. Kocaman lanet bir televizyon seçin. Bulaşık makinenizi, cd çalarınızı ve elektrikli konserve açacağınızı seçin. Düşük kolesterollü, diş sigortanızı, sağlıklı bir hayatı seçin. Ev kredisi ödeme planınızı seçin. Başlangıç için bir ev seçin. Arkadaşlarınızı seçin. Günlük giysilerinizi ve bavul takımınızı seçin. Çeşit çeşit oturma grupları arasından taksitle bir tane seçin. Tak-yap bir ürün alıp pazar sabahı kendinizi bir bok zannetmeyi seçin. Kanepeye oturup bir taraftan ruh sömüren programları izlerken o lanet abur cuburları zıkkımlanmayı seçin. Sonunda da, sefil bir evde yalnız başına geberip giderken yerini, senin yerine geçmek için, seni kandıran bencilleri bırakmayı seç. Çürüyüp gitmeyi ve yetiştirdiğin gerzek veletlere rezil olacak biçimde kendi altına etmeyi seç. Geleceği seç. Hayatı seç… Neden böyle bir şey yapmak isteyeyim ki? Ben hayatı seçmemeyi seçtim. Başka bir şey seçtim. Neden mi? Nedeni yok. Eroin varken kimin nedene ihtiyacı olsun ki?” Böyle der Mark Renton, “Hayatı seçmemeyi seçmek” Hayatın kendisinden kaçmayı tercih etme haline yönelmek ve bunu yapmak için farklı farklı aracılar kullanmak meselesidir. Mark Renton, filmin başında, uyuşturucuyu bırakma kararı alır. Bu kararı alıp kendisini karantinaya kapattığında, sakinleşmek için annesinin Valium’unu kullanır. Valium kullanımını ” Kabul edilebilir bir şekilde madde bağımlısı olmak” olarak tanımlar. Toplum tarafından onaylanmayan uyuşturucuyu bırakabilmek için onaylanabilir bir yatıştırıcı alarak sakinleşir.
Sürekli olarak kafasının içinde gezdiğimiz, Mark’ın kendisinden en çok uzaklaştığı sahne, temiz gezdiği dönemde gece kulübünde tanıştığı Diane’ye aşık olduğu sahnedir. Filmin genel akışının aksine, bu sahnede kendisinden üçüncü bir kişiymiş gibi bahseder. Sanki aşk söz konusu olduğunda başka bir gerçeklik var oluyormuş gibidir. Fakat, yapımın konu aldığı tüketim toplumunda, her şey gibi duygular da tükenebilir kaynaklar olarak karşımızdadır. Sabah olup Mark Diane’nin ailesi ile tanıştığında onun reşit olmadığını öğrenir tüm büyü bozulur. Mark’ ın aşk olarak tanımladığı şey de bir anda sıradanlaşır. Hikayenin romantik bir yere evrilmesini beklerken realite toz pembe hayallere bir tokat gibi çarpar. Mark’ın ayık olduğu her saniye, Dünya acımasız ve kirli bir yer olarak tüm pisliği ile karşımızda belirir. Filmde, grubun eski alışkanlıklarına dönüşünden sonra bebeğin öldüğü sahnede bunu açıkça görürüz. Sürekli uyuşturucu kullanmaya başlayan Mark ve arkadaşları, ansızın ayıldıklarında bebek Dawn’ın öldüğünü fark ederler. Bu ölümün ardından karakterler, hızla düşüşe geçer. Üstelik, izleyici olarak bizim de Dawn’ın ölümüne kadar geçen kısımda, zaman ve hayat algımız, çoktan o denli kırılmıştır ki, bebeğin ölmüş olması karşısında herhangi bir bebeğin ölmüş olmasının verebileceği üzüntüden fazlasını hissetmeyiz. Oysa ki onu filmin başından beri Mark ve arkadaşlarının yanında, yerde oynarken görmekteyizdir fakat ismi dışında hakkında hiç bir bilgiye sahip değilizdir. Kimin çocuğu olduğu, yaşı, birer boşluktan ibarettir.
Filmin ikinci yarısında Mark, aşırı doz yüzünden ölümden döner. Bu öleyazma hali, son dozu almasının ardından uzandığı halının, bir mezar gibi ikiye ayrılmasıyla da gösterilir. Mark, halının yarılması ile açılan çukurun içine bir ceset gibi düşer. Söz konusu sahnede bir detay daha vardır. bu dar bir alanı, birbirine yakın duvarların içine sıkışmış karakteri filmde ne ilk ne de son görüşümüzdür. Film boyunca tuvaletlerden, yatak odalarına yer yer mekanlar bize karakterlerin sıkışmışlığını hissettirecek şekilde klostrofobik biçimde karşımıza çıkar. Mark uyuşturucudan tamamen kurtulana dek bu tarz sahnelere rastlamaya devam ederiz. En dibi görmesinin ardından Mark Renton, uyuşturucuyu mecburen tekrar bırakır. Ancak bıraktıktan sonra, bu kez öyle büyük bir melankoli ve boşluğun içine düşer ki giderek yalnızlaşır. Filmin başında, ilk bırakışında “Uyuşturucuyu bırakmanın en kötü yanı, arkadaşlarımla gayet bilinçli bir şekilde yeniden kaynaşmam gerektiğini bilmemdi. Çok berbattı, bana o kadar çok kendimi hatırlatıyorlardı ki… suratlarına bakmaya katlanamıyordum” cümlelerini kurmuştur. İkinci seferinde ise hissiyatını anlatırken, “Öte yandan dünyanın en şanslı adamı gibiydim. Yaşayan ölülerin etrafını sardığı bir hastalığın kucağında birkaç yıl süren bağımlı yaşam…. Ama benimki değil. Temizim. Belgeledim. Asıl savaş ve yaşanan acı sonra başlar. Depresyon, can sıkıntısı, kendini zavallı gibi hissederken kendini aşmak istersin. ” şeklinde daha keskin ve sert tasvirler kullanır. Hayatını baştan yaratmak için İngiltere’ye taşınır ve her şeyi yeniden inşa etmeye başlar. Geçmişte dolandırıcılık ve hırsızlık gibi suçlara bulaşırken, yetişkin hayatta tercih ettiği mesleğin emlakçılık olması son derece ironiktir. Büyük ve bağımsız bir ülkede, büyük ve bağımsız bir adam olarak yaşadığı hayat Begbie’nin bir kanun kaçağı olarak evine sığınması ile sarsılır. Hemen peşi sıra, Sick Boy’ da soluğu Mark’ın yanında alır. Üçü beraber yaşamaya başlarlar.
Bu gelişmeden hiç memnun olmayan Mark, onlardan kurtulmaya çalışır. Uyuşturucunun etkisi altındayken sürekli beraber vakit geçirdiği insanları, ayık kafayla bir yabancıdan farksız görmektedir. Bunu daha önce monologlarından ve karakterin ötekiliğine odaklanan sahnelerden, çekim tekniklerinden biliyor da olsak, ilk kez aralarındaki uçurumu bu kadar net hissederiz. Çünkü Mark değişmiştir. Arkadaşları aynıdır. Artık onları bir arada tutabilecek pek az şey vardır. Bunlardan biri ölümdür. Ekip uzun bir aradan sonra ilk kez Tommy’nin cenazesinde yüz yüze gelir. Uyuşturucuya en geç başlayan kişi olmasına ve kendisi hariç kimseye bir kötülüğü dokunmamasına rağmen ilk ayrılan o olur. Hikayede, kötüye en yakın karakter olan Begbie ise uyuşturucu kullanmamaktadır. Karakterlerin kendi içlerinde ve hayat çizelgelerinde bu tarz zıtlıklara sahip olması, onların içimizden birileriymiş gibi bir hissiyat verebilmelerine yarar fakat bu realizme rağmen Mark hariç hiç bir karakterle tam olarak bağ kurmayız. Bir dostun kaybı, bir bebeğin ölümü söz konusuyken bile ancak Mark Renton’un hissettiği kadar ana dahil oluruz. Fazlası değil. Finalde, arkadaşları, Mark’ı onun parası ile yüklü bir miktar uyuşturucu satın almaya ikna ederler. Hep beraber uyuşturucuyu satarlar. Kazandıkları parayı bölüşeceklerdir. Mark herkes uyurken tüm parayı kendi alır ve kaçar. Bu kaçış bir ihanet gibi gözükse de, izleyici olarak Mark’ı bu eyleminden ötürü çok yargılamayız. Yine Mark’ın hissettiği kadar ana dahil oluşumuzdan ve diğer karakterlerin birer empati öznesi olmayışından kaynaklıdır bu… Mark son monoloğunu da, ilk monoloğunu olduğu gibi kaçarken kurar. İlk seferde arkadaşları ile birlikte kaçarken bu sefer arkadaşlarından kaçmaktadır. ” Peki neden yaptım? Milyon tane cevap verebilirim ama hepsi yalan olur. Gerçek şu; ben kötü bir insanım ama artık bu değişecek. Değişeceğim. Bu yaptıklarımın sonuncusuydu. Artık temize çıkıp yola devam ediyorum. Doğruca ilerleyip yaşamayı seçeceğim. Bunun olması için can atıyorum. Sizler gibi olacağım. İş, aile, lanet büyük ekran bir televizyon, çamaşır makinesi, araba, CD çalar, elektrikli konserve açacağı, sağlıklı yaşam, düşük kolesterol, diş sigortası, ev kredisi, ilk ev, günlük kıyafet, valiz, oturma grubu, tak- yap ürünleri, oyunlar, abur cubur, çocuklar, parkta yürüyüş, 9-5 mesai, iyi golf oynamak, araba yıkamak, süveter seçmek aile ile noel, emekli maaşı, vergi muafiyeti, oluk temizliği, geçinip gitmek, geleceği düşünmek ve öldüğün gün…” Mark, bu cümleleri kurarken, kameraya, yani izleyiciye doğru yaklaşır ve hem sözel olarak hem görsel olarak aradaki mesafeyi kapatır. Eğer, düzenin bir parçası olmak istiyorsak, toplumun neresinde olmayı tercih ettiğimiz bir meseledir. İçinde bulunduğumuz topluluklar birer meseledir. Nereye varmak istiyorsak çevremizi ona göre inşa etmemiz gerekmektedir. Mark, arkadaşları ile vakit geçirdikçe asla tam olarak düzenli bir hayata sahip olamayacaktır bu yüzden onları bırakmayı seçer. Biz izleyici olarak, film boyunca, Mark’ın seçtiklerini ve seçmediklerini izlerken nelerin seçmeye değer olduğunu sorgularız.
Sona geldiğimizde Mark nihayet “Normal” bir hayat yaşamayı tercih eder fakat normal olan yaşamaya değer midir? Filmin geneline baktığımızda ve Mark’ın sonda seçtiği kelimelere, yüzündeki ifadeye dikkat ettiğimizde cevabının “hayır” olduğunu açıkça görürüz. Anlam kazanmayan hayat, her ne olursa olsun geçip gitmekten ibarettir. Bir yerlere, bir şeylere veya birilerine sahip ya da ait olmak için kendimizi paralarken bunun altını doldurmadıkça sadece zaman geçiririz. Mark karakterinin hayatta gerçekten sevdiği herhangi biri, uğruna çaba gösterdiği gerçek bir arzusu ya da hobisi yoktur. Diğer karakterlerin de aynı şekilde. Hepsi sadece varlardır. Toplumun çoğu sadece var olmaktadır. Düzen dediğimiz şeyin içi çürüktür. İnsanlar çürük düzenden kaçmak için uyuşturuculara yönelirler ve bu uyuşturucular her daim madde olmak durumunda değillerdir. Filmin bir yerinde Diane Mark’a ” Dünya değişiyor. Müzik değişiyor. Uyuşturucular bile değişiyor” diye bir cümle kurar. Filmde uyuşturucu kullanımının devreye girmediği noktada antidepresanın, alkolün, seksin, pornografinin, televizyonun, futbolun devreye girmesi bu yüzdendir. İinsanların gerçeklikten kaçma ihtiyacı daima süregelmektedir. Gerçek bir amaca bağlanamayan toplum, sürdürmekte olduğu hayata ait hissetmemektedir. Ait hissetmemekte ve yabancılaşmayı arzulamaktadır. Amaç herkes için aynıdır sadece araçlar değişkenlik göstermektedir.
İlke Baştürk
Yorumlar